Kadının tarihte zor bir duruşu vardı her zaman. Toplumda geri plandaydı. Genel olarak kadın, feodal yapının tamamen yıkılıp, 18.yy’ın sonlarına doğru gerçekleşen sanayi devrinin yaşanmasıyla, toplumda kendine yer bulmaya başladı. Tabi ki bu hemen olmadı. 18.yy’ın sonlarında başlayan süreç, günümüze kadar hala istenilen yerde değil.
Bir çok kadın üstlerine inen bu sis perdesini kaldırmak istedi. Sanat, siyaset gibi bir çok alanda çalışmalar yapıp, kadının toplumdaki yerine üst sıralara taşımak istediler.
“Beni acıyarak değil, düşünerek, severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa, bende varım.” diyerek haykırdı hayatının her noktasında Afife Jale. O, Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olçduğu bir dönemde, tek tutkusu olan tiyatro ile birlikte var olmak için harcadı bütün yaşamını. Tarihimize ilk Türk Kadın Tiyatro Sanatçısı olarak yazdırdı adını ve türk kadının sesi oldu.
Kimdir bu Afife Jale?
Afife, İstanbul’un Kadıköy semtinde 1902 yılında dünyaya geldi. Dr. Suat Paşa’nın torunu, babası Hidayet Bey, annesi Methiye Hanım’dır. İstanbul Kız Sanayi Mektebinde okuyordu. Ama aklı, çocukluktan beri düşlerini süsleyen tutku ile bağlı olduğu tiyatrodaydı.
Tiyatro aşkıyla 1918’de Darülbedayi’ye (şehir tiyatrolarına ) alınmak üzere sınava girdi. O zamanlarda Türk ve Müslüman kadınlarının sahneye çıkmalarına kesinlikle karşı çıkılıyordu.
Afife ve arkadaşları; Behire, Memduha, Beyza, Refika stajyer kadrosuna alınmışlardı. Refika ve Afife haricindeki kızlar fazla dayanamamış, zaten sahneye çıkamayacakları düşüncesiyle ayrılmışlardı. 18 Aralık 1918 günü Refika tiyatroda suflör, Afife ise mülazım artistlik (stajyer oyuncu), kadrolarına alınmışlardı. Afife hiçbir provayı kaçırmadan 1 yıldan fazla süredir, kendini sahne için hazırladı. Ama bir türlü sahneye çıkamadı.
1920 yılında Darülbedayi, Hüseyin Suat’ın ‘Yamalar’ adlı oyununu Kadıköy’deki Apollon Tiyatrosu’nda (günümüzdeki Reks Sineması) sahneye koyuyordu. Bu oyunda ‘Emel’ adlı karakteri oynayan Eliza Benemenciyan kadrodan ayrılıp Paris’e gitmesiyle bu rolü dolduracak bir kadın sanatçıya ihtiyaç doğdu.
Afife bu rol için seçilip ‘Jale’ takma adıyla sahneye çıktı. O gece tiyatroya gelen zaptiyeler (günümüzdeki jandarma) tiyatro yöneticilerine uyarıda bulunsa da, Afife daha sonra ‘Tatlı Sır’ ve ‘Odalık’ oyunlarında polis baskını ile karşılaşır. Sanatçı polis tarafından tutuklanmak istenince, arkadaşı tarafından kaçırılarak polislerin elinden kurtulur.
Bir gün yine odalık oyununda oynarken, polis yine tiyatroyu bastı. Arkadaşlarının yardımı ile yine kaçırılan Afife, daha sonra sokakta yakalanır ve karakola götürülür. Karakolda “dinini, milliyetini unutan sen misin?” diye sorguya alınarak hırpalanır.
Ayrıca Afife’nin babası Hidayet Bey’de onun sahneye çıkmasına karşıdır. Afide, tiyatro için babaevini terkeder. Ailesinden ayrılan Afife’nin elinde sadece sanatı kalmıştır. Sanatının da ondan alınması uzun sürmedi. 27 Şubat 1921’de çıkartılan bir bildiri ile müslüman türk kızlarının sahneye çıkmaları kesinlikle yasaklandı. Daha fazla baskılara karşı gelemeyen Darülbedayi, Afifeyi kadrosundan çıkardı. Kadın olmanın zaten zor olduğu bu coğrafya da Afife artık evsiz ve sahnesizdi. Bütün bunlar Afife’nin sağlığını olumsuz etkiledi ve şiddetli baş ağrıları başladı. Tiyatronun içinde açtığı boşluğu hiçbir şekilde dolduramayan sanatçı, daha sonraları Suriyeli bir eczacı ile tanıştı. Eczacı, baş ağrıları için Afifeye morfin tedavisi uygulamaya başladı. Morfine bağımlı hale gelen Afife artık bir morfinman olmuştu.
Daha 20’li yaşlarında bütün bu yaşadıklarına rağmen o tiyatro tutkusundan asla vazgeçmemişti. Sahnesiz yaşamayı asla düşünemeyen Afife bir kaç yıl aradan sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile turneye çıkmış, çok fazla dikkat çekmeden,fark edilmemeye çalışarak sahne aldı.
Ve o gün geldi…
Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyeti ilan etmesiyle , Türk kadını ile tiyatro arasındaki tüm engeller kalktı. türk ve müslüman kadınlar korkmadan, saklanmadan, kaçmadan sanatlarını icra edebileceklerdi.
Gün geçtikçe bozulan sağlığı Afife’nin tiyatroyu bırakmasına neden oldu. Bu onu tamamen yıktı.
1928 yılında bir arkadaşıyla, Kuşdili çayırında konsere gitmiş, orada Selahattin Pınarla tanışmıştı. Birbirine deli gibi aşık olan çift 1929 yılında daha 25 yaşındayken evlendiler. Sanata gönül vermiş bu çift, evlilikleri boyunca çok mutlu olurlar. Şimdiye kadar yapmak isteyipte yapamadıkları bir çok şeyi birlikte yapmaya başlarlar.
Pınar çalıyor, Afife dinliyordu. Pınar’ın ‘Huysuz ve Tatlı Kadın’ ‘Nereden Sevdim O Zalim Kadını’ adlı şarkılarını Afifeye yazdığı söylenir.
Selahattin Pınar ve Afife’nin bu mutlu günleri uzun sürmedi. Afife tiyatrosuz yaşayamıyordu. Morfin alışkanlığı giderek artıyor, kurtulamıyordu. Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden baktı ve genç kadını, kendine morfin enjekte derken gördü. Pınar, onu hayata döndürmek için çırpınmaya, elinden geleni yapmaya başladı. Genç kadının bu hali, eşini etkiliyor. Pınar, sürekli melankolik besteler yapıyordu.
Bu kötü gidişi geri çevirebilmek için çok uğraştılar. Ama olmadı, başaramadılar! Eşi, Afife’nin morfin bağımlılığıyla artık baş edemiyordu. Genç kadının ısrarıyla, kendi istemese de Pınar, Afife’yi terk etti ve 1935 yılında boşandılar.
Afife için kötü günler başlamıştı. Aşık olduğu adamı, ailesini, tutkuyla bağlı olduğu tiyatrosunu, her şeyini kaybetmişti. Çaresiz, kimsesiz ve hiç olmadığı kadar yalnızdı. Parasız ve sefalet içinde sürdürüyordu kalan ömrünü. Pınar’ın ona bestelediği şarkıları plaktan dinler ağlardı. Afife Jale, kalan son yıllarını, son durağı olacak olan, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde geçirdi.
24 Temmuz 1941 günü daha 39 yaşındayken, hayata veda etti. Ölümü gazetelerde bile yayımlanmadı. Cenazesine 4 kişi katılmıştı.
Sahneye çıktığı ilk gece için, şu sözler dökülmüştü Afife Jale’nin dudaklarından:
“Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Rol yaptığım piyeste güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım… Alkış, Alkış, Alkış… Perde kapandı, açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdu; alnımdan öptü: ‘Bizim sahnemize bie sanat fedaisi lazımdı; işte sen o fedaisin’ dedi.”
Bunları söylerken ne kadar mesut ne kadar umutluydu kim bilir. Ömrünü adadığı tiyatronun kendi hayatına ve Türk toplumuna bu denli, büyük bir etki yapacağını nereden bilebilirdi. O artık aramızda değil. Kendini tiyatro ve Türk Kadınları için feda eden bir sanat fedaisi…